
(Eski bir yazıdır)

Bunda beş yıl önce yazmaya başladığımızda günlük konulara hiç bulaşmama kararımız vardı. Haftada bir yazdığımız yazıda ülkemizin en temel sorunlarına değinmeyi düşünüyorduk. Nitekim “Böyle başladı ol hikâyet” isimli ilkyazımızda da Osmanlı’nın borçlanma macerasını anlatmıştık. Bu yazı 13 Nisan 2005 tarihli Yankı Gazetesi’nde imzasız olarak yayınlamıştı. Şimdi bu konuya yeniden döndük.
O yazıya “Ülkemizde borçlanma macerası 1852 yılında Sadrazam Mehmet Emin Ali Paşa ile başlamıştır. Mehmet Emin Ali Paşa “Büyük(!)” olarak anılan Mustafa Reşit Paşanın yerine Sadrazam olmuştur. Mustafa Reşit Paşa İngilizci, Mehmet Emin Ali Paşa Fransızcı olarak tanınmaktadır” diye başlamışız.
Osmanlıyı ilk borçlandıran kişi olan Mehmet Emin Ali Paşa sadrazam olunca ilk iş olarak Londra ve Paris Bankaları ile bir borç anlaşması imzalar.
Bu borca ne gerek var Sultanım!
Nasılsa bu borç işine karşı olan Fethi Paşa Sultan Abdülmecit’e “Pederiniz iki defa Rusya ile muharebe etti. Bu kadar sefer yaptı, bunca gaileler geçirdi. Hariçten borç para almadı. Sizin zamanınız asayiş ve sulh ile geçtiği halde borca ne gerek vardır” diye itiraz eder. Padişah onu haklı bulur “Evet haklısın niye alıyoruz. Almayalım” der ve borç almaktan vazgeçilir.
Borç alınmamıştır ama borç anlaşması imzalanmıştır. Devleti Alî alınmamış borcun anlaşmasını fesh etmek için gerekmediği halde 22 milyon kuruş tazminat öder.
1853 yılında Osmanlı Rusya’ya savaş açınca borçlanma yeniden gündeme gelir. Bir yıl önce devleti borçlandırmayı başaramayan Mehmet Emin Ali Paşa bu sefer başarılı olarak 1854 yılında Palmer ve Goldshmid müesseselerinden 330 milyon kuruş (5 milyon Sterlin) borç alınır. Ve o tarihten sonra Osmanlı maliyesi bir türlü düzen tutmaz.
Beş yıl önce yazdığımız bu yazının bir yerinde “Daha sonraki yıllarda daha iyi görüleceği gibi borç devlet yöneticilerimizde tuzlu su etkisi yapmaktadır. Her borç yeni borçlara susatmaktadır” demişiz.
Nitekim hep öyle olmuştur. 150 senedir öyle olmaktadır. Borca olan susuzluğumuz artarak sürmektedir.
Her borcun bir karşılığı var!
1853 yılında 5 milyon sterlin borç alan Osmanlı üzerinden bir yıl geçmeden yeniden borca susar ve 1854 yılında yeniden borç alır. Bu borçlanmayı yaparken alacaklılara Mısır Eyaletinin gelirlerini gösterir. Alınan bu borç savaş giderlerini karşılayamayınca 1855 yılında yeniden borç almak farz olur. Bu defa da 5 milyon 500 lira borçlanılır ama ele 4 milyon 644 bin 375 lira geçer. Bu borca karşılık olarak da Suriye ve İzmir gümrük gelirleri gösterilir.
Ama alacaklılar Osmanlı’ya bu parayı verirken, paranın sadece savaşta kullanılmasını şart koşarlar. Bu şartı denetlemek için de İngiliz ve Fransız hükümetlerinin temsilcilerini bulunduğu bir komisyon kurulur.
Borç almaya alışan borç almadan duramaz. 1858 yılında 5 milyon 500 bin lira borca girmişiz ama elimize 4 milyon, 056 bin lira geçmiş. Bu borca karşı İstanbul gümrük gelirleri ile Oktruva gelirleri gösterilmiş. “Nedir bu Oktruva gelirleri?” diyecek olursanız bu ayakbastı parasıdır. Yani alınması kolay ve kesin bir vergi…
İngilizlerin ağır şartları
1860 yılında bir garip Mires borçlanması olur. Borçlanmadan kaynaklanan bütçe açığının kapatılması için İngiliz Hükümetine başvurulur. İngilizler çok ağır şartlar ileri sürerler. İngilizlerin ileri sürdüğü bu şartlar çok ağırdır ama daha önemlisi günümüz insanı için bu şartlar çok ilginçtir.
İngilizlerin ileri sürdüğü bu şartlar nelerdir?
1.Devlet arazilerinde yabancılara tasarruf hakkının verilmesi
2.Tahsil edilecek paralara karşılık bir istikraz sözleşmesi yapılması
3.Vakıfların tamamen kaldırılması
4.Osmanlı maliyesinin kontrolü için uluslar arası bir komisyon kurularak faaliyete geçirilmesi.
Bunun üzerine İngilizlerden vazgeçilip Fransızların kapısı çalınır. Parisli Banker Mires ile 400 milyon Franklık bir anlaşma yapılır. Ancak Mires borç tahvillerini piyasada satamaz. Ortakları onu dava ederler ve tutuklanır. Bu borçlanmadan Osmanlı 1 milyon 400 bin Osmanlı altın lirası elde edebilir.
1862 yılında 200 milyon Frank borçlanılır. Karşılık olarak tütün, tuz, damga resmi ve temettü vergisi karşılık gösterildi.
1863 yılındaki 200 milyon Franklık borçlanmaya Bursa ve Edirne Vilayetlerinin ipek öşrü, İzmir, Karesi, Midilli sancaklarının zeytin öşrü, bazı vilayetlerin tuz aşarı ile gümrük gelirleri gösterildi.
1865 Ağnam Borçlanması: Vadesi gelen dış borçları ödeyebilmek için hazinede para olmayınca biri Osmanlı Bankası olmak üzere iki yabancı bankaya 6 milyon 600 bin lira borçlanıldı. Ele ancak 4 milyon 356 bin lira geçti.
Gene 1865 yılında dalgalı borçları, kısa vadeli iç borçları dış borçlarla değiştirmek için 40 milyon borçlanılır. Ele ancak 20 milyon lira geçer.
1869 da Girit’te ayaklanma çıkar. Silah, araç-gereç ve askeri giderler 2 milyon lira açık yaratır. Memur maaşlarının ancak yarısı ödenebilir. Bu durumda gene borçlanma akla gelir ve “Hazine-i Şahane-i Osmanî(!)” tahvilleri çıkarılır. Böylece 125 milyon Franklık bir borçlanma yapılır. Karşılık olarak bazı vilayetlerin aşar vergisi ile Anadolu ağnam resmi (Küçükbaş hayvanlardan alınan vergi) gösterilir.
1869 sonunda ekonomik durum daha da kötüleşir. Fransa ile iyi ilişkiler içinde olunduğundan 300 milyon Franklık bir borçlanma daha yapıldı. Karşılık olarak çeşitli illerin aşar vergisi gösterilir.
El parası ile demiryolu!
1870 yılında Rumeli Demiryolu’nun yapımı için Belçikalı Banker Baron de Hirsch’in aracılığı ile 34 milyon 848 bin 001 lira borçlanıldı. Ele sadece (dikkat ediniz) 11 milyon 194 bin 920 lira geçti. Sözleşmeye göre 2 bin kilometre demir yolu yapılacak, 99 yıllık ayrıcalık verilecek, yılda 22 bin lira kilometre garantisi tanınacaktı.
1871 de bütçe 12 milyon lira açık verdi. Çeşitli banka ve bankerlere 6 milyon 270 bin lira borçlanıldı ele 4 milyon 577 bin lira geçti.
1873 de kısa vadeli borçları uzun vadeli eshamla değiştirmek için 12 milyon 611 bin lira borçlanıldı. Ele geçen miktar 6 milyon 936 bin lira…
Gene 1873 yılında bütçe açığını kapatmak için yeni bir borçlanmaya gidilir. 30 milyon 555 bin lira borç alınır. Ele 16 milyon 500 bin lira geçer.
Düyun-ı Umumiye yani Osmanlının iflası
Sabrınızı zorlamayalım Osmanlı 1874’te, 1875’te,1876’da 1877’de tekrar tekrar borç alır. Karşılığında hep devletin belli başlı gelirlerini verir. Ama gene de borçlar ödenemez bunun üzerine başlarında Osmanlı Bankası olmak üzere Galata Bankerleri alacaklarına karşı hükümete bir öneri getirdiler. Bu öneriye göre 1879 ve 1880 yılı gelirleri esas alınmak suretiyle hesaplanarak devletin bazı gelir kaynaklarının kiralayacaklardı. Bu gelir kaynakları arasında neler vardı? İspirto vergisi, İstanbul ve civarında balık avı vergisi, İstanbul çevresi, Edirne, Bursa, Samsun ipek öşürleri, tuz ve tütün tekellerinin yönetimi… Buna “Rüsum-u Sitte İdaresi” dediler.
Rüsum-u Sitte İdaresi’nin kurulması ile içerideki banka ve bankerlerin alacaklarını bir ölçüde güvenceye almaları yabancı alacaklıların hoşuna gitmedi ve baskı yapmaya başladılar. Bunun üzerine Osmanlı idaresi bütün alacaklıları 1881 de toplantıya çağırdı. Üç ay süren konuşmalardan sonra Rüsum-u Sitte İdaresi yerine Düyun-ı Umumiye İdaresi tam adı ile “Düyun-ı Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi” kuruldu. 237 milyon liralık borç 141 milyon liraya indirildi. Bu karşılık devletin hemen hemen belli başlı bütün gelir kaynaklarına el kondu. Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin toplayacağı gelirlerden Fransa %40, İngiltere %29, Osmanlı Devleti %7,93, Hollanda %7,60, Almanya %4,70, İtalya %2,60, Avusturya-Macaristan %0,97 pay alacaklardı.
Düyun-ı Umumiye İdaresi deyince birazcık duralım ve düşünelim.
Devlet-i Al-i Osman 1860 da kabul etmediği şartları 20 yıl sonra Düyun-ı Umumiye ile kabul etmiştir. Düyun-ı Umumiye İdaresi Osmanlının borçları karşılığı Osmanlıya haciz gelmesidir. Bu durumu çok iyi bilmek ve bu tarihi olaydan yeteri kadar ders almış olmamız gerekirdi. Ama bu olayı yeteri kadar bilmiyoruz ve haliyle ders de almıyoruz. Belki şaşıracaksınız ama memleketimizde bir tarih öğretmeni öğrencilerine bu olayı şöyle anlatıyor: “Osmanlı baktı ki borçların ödenmesi zora girdi. Önlem olarak hemen Düyun-ı Umumiye İdaresi’ni kurdu.”
Bazen bir cümle bir kişinin akıl, bilgi, görgü ve anlayış seviyesini ortaya koyar. Liselere tarih dersi veren bir tarih öğretmeni bu olayı böyle anlayıp böyle anlatırsa bizim başkasına diyecek sözümüz kalmaz. Bu tarih öğretmenini hangi tarih profesörü yetiştirmiş, hangi fakülte “yetiştin artık sen” diyerek eline diploma tutuşturup sıyırıp salıvermiş.
Gene birileri “Gizlenen Tarihimiz” diye bir blok açmış burada gizlenen tarihi gerçekleri anlatarak bizi aydınlatmaya çalışıyor: “Abdülhamit, Düyun-u Umumiye ile dış borcu kapatmıştı.”
Düyun-ı Umumiye İdaresi Osmanlının borç serüvenindeki son nokta olmadı. Borç üzerine borç aldı. Bunların her birini anlatmaya gerek yok. Sadece bir listesini verelim. Kişide anlayış varsa anlar.
1886 Gümrükler Borçlanması
1888 Anadolu Demiryolu Borçlanması
1890 Tebdil Borçlanması
1890 Osmaniye Borçlanması
1890 Kilometre Teminatı Borçlanması
1891 Tahvil-i Düyunu Borçlanması
1893 Tömbeki Borçlanması
1894 Demiryolu Borçlanması
1896 Borçlanması
1902 Tahvil-i Düyunu
1903 Sayd-ı Mahi Tahvil-i Düyunu
1903 Bağdat Demiryolu Borçlanması
1903 Tevhid-i Düyunu
1904 Borçlanması
1905 Askeri teçhizat Borçlanması
1906 Tahil-i Düyunu
1908 Bağdat Demiryolu II. ve III. Tertip Borçlanması
1908 Borçlanması
1909 Borçlanması
1910 Soma-Bandırma Demiryolu Borçlanması
1911 Hudeyde-Sana Demiryolu Borçlanması
1911 Gümrük Borçlanması
1913 Konya Ovası sulama borçlanması
1913 Doklar Borçlanması
1914 Borçlanması
1913 yılına gelindiği Osmanlı Devletinin dış borç toplamı 153 milyon 700 bin lira idi. Bu borç o zamanki gayrisafi milli gelirin %73,1’ine tekabül etmektedir. (Bilenlerin bu gün ki borç oranı ile karşılaştırmaları çok anlamlı olurdu.)
Borçlanmada son nokta
Osmanlı yönetimi 1. Dünya Savaşı nedeniyle borç ödemelerini durdurdu. Savaş sırasında birlikte savaştığı Almanya’dan 150 milyon lira borç aldı. 1918 yılına gelindiğinde Almanya’dan alınan bu borç ile birlikte toplam dış borç 303,7 milyon liraya ulaştı.
Osmanlının savaş nedeni ile ödemeyi durdurduğu dış borçlar miras olarak Türkiye Cumhuriyetine kaldı. Yoksul, eğitimsiz, savaş yorgunu Türklerin Cumhuriyeti paraya en fazla ihtiyacı duyduğu yıllarda bu borçlarını kuruş kuruş ödedi. Birincisi1853 yılında alınan Osmanlı borçları 101 yıl sonra 1954 yılında kapatılabildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizin yoksulluğunda bu borç ödemelerinin kuşkusuz büyük payı olmuştur. Tek Parti dönemini eleştirenlerin eleştirilerinde bu durumu ve 2. Dünya Savaşı’nı göz önünde tutmalıdırlar.
Osmanlı Devleti girdiği ağır borç yükü ve bu borcu alabilmek için yabancı devletlere verdiği tavizler nedeni ile kendini koruyacak önlemleri alamamış, kanun çıkarmış ama bu kanunları uygulayamamış. Önceki yazılarımızda anlattığımız gibi ülkede zararlı faaliyetlerde bulunan yabancı okulları kapatamamış, hatta denetleyememiş. Devleti ayakta tutacak gelirlerini borçlarına teminat olarak vermek zorunda kalmış. Devlet gelirleri azaldıkça yeni borç alma gereksinimi doğmuş. Her yeni borç sonra ki borçların nedeni olmuş. Borç alırken de yabancı devletler olmadık koşullar öne sürmüş ve yeni tavizler koparmışlardır. Elbette ki bu koşullar altında bir devletin hayatını sürdürebilmesine olanak yoktur.
Osmanlı’nın yıkılmasına neden olan etkenler bu kadar mı?
Elbette ki bu kadar değildir. Osmanlı Devletinin birçok kusuru vardı. Eğitimsizlik, devlet borçları yanında rüşvet ve adaletsizlik devleti içten çürütmüştü. Dünya değişmiş ama Osmanlı bu değişimi anlayamamış, değişime ayak uyduramamış. Bazı padişahlar ve sadrazamlar değişimi bir ölçüde anlamışlar ama onlarda devleti değiştirecek gücü kendilerinde bulamamışlardı.
Halit Ertuğrul “Kültürümüzü Etkileyen Okullar” kitabının giriş bölümünde Osmanlı’nın yıkılışını Osmanlının yıkılmasını sağlayan nedenleri göz önüne getirmeden, bir insanın yaşlanıp doğal nedenlerden ölmesine benzetiyor: “Bir devletin gelişimini, insan hayatının gelişim dönemlerine benzetmek mümkündür. Nasıl ki dünyaya gelen bir insanın çocukluk, gençlik olgunluk yaşlılık ve ölüm gibi hayatının belirli evreleri vardır. Bir devlet de; kuruluş, gelişme, hâkimiyet, gerileme ve dağılma gibi bazı dönemlerden geçmektedir. Dünya’nın en güçlü devletlerinden birisi olan Osmanlı Devleti de bu süreçte yaşayarak ömrünü tamamlamıştır” diyor.
Dünyadaki yaşam koşullarının değişmesi yeryüzüne milyonlarca yıl hükmetmiş olan dinozorlar neslini yok etti. Osmanlıda gerek anlayış ve gerekse devlet düzeni bakımından bu değişime ayak uyduramadı. Halkının eğitimsiz, doktorsuz, yolsuz bırakarak yoksulluğun kollarına terketti. Dış borç alarak, yabancıların yıkıcı çalışmalarına engel olamayarak kemendi boğazına kendi elleri ile geçirdi.
Sonucu biliyoruz.
Mustafa Kemal isteseydi Osmanlı İdaresini devam ettirebilirdi. Kader Enver Paşa’ya yar olsaydı ve Kurtuluş Savaşının başına geçseydi. Yani Mustafa Kemal Paşa yerine Enver Paşa olsaydı Padişahlık idaresi bu gün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir süre daha yaşayabilirdi. Ama sonra ki II. Dünya Savaşı sonrasında ne olurdu bilemeyiz.
Eğer Osmanlı Devleti bugün önemli bir yer altı ve yer üstü kaynağının bulunmadığı stratejik bir önemi olmayan Afganistan’ın bulunduğu yerde olsaydı emperyalist devletler yaşamasına izin verebilirlerdi. Ama ne yapalım ki dünya petrollerinin yarısının üzerinde ve stratejik bir köprübaşı olan Anadolu toprakları üzerinde oturuyordu. Bu topraklar ancak güçlülerin oturabileceği bir coğrafya bölgesindedir. Buralarda zayıflara yer yoktur. Anadolu bir devletler mezarlığıdır. Batılılar Türklere Sevr haritasındaki kadar bir toprağı bile çok görüyorlar ve bizi atalarımızın geldiği yerlere göndermek istiyorlar.
Bir hadisi şerifte “Veren el alan elden üstündür” demiyor mu?
İtiraz yok.
Aynen öyle diyor Peygamberimiz…
Ama camide Müslümanlar daha fazal yardım yapsınlar diye sık başvurduğumuz bu hadisi devlet hayatında düstur haline getirmemişiz.
Borç verenler ülkeler kendi üstünlüklerini borç vererek borçlu ülkelere kabul ettiriyorlar. Kendi şartlarını dikte ettiriyorlar. Bu nedenle çok borçlu devletler egemen devlet olamazlar. Bize borcun kötü bir şey olmadığını söyleyen günümüzün Ali Paşaları bizi “ABD dünyanın en borçlu devletidir” diye rahatlatmaya çalışıyorlar. Ama ne yazık ki devletlûlara “Sultanım savaşta değiliz. Bizim bu paraya ne ihtiyacımız var?” diyecek Fethi Paşalarımız yok.
Hiç kuşkusuz Mustafa Kemal Paşa Osmanlının hatalarından en fazla ders almış bir devlet adamıdır. “Borç alan emir alır” derken Osmanlının yaşlılıktan değil ama birçok müzmin hastalıktan yıkıldığını biliyordu. Eğer bir şekilde bu idarenin devamına izin verilirse Osmanlının sonunu getiren o hastalıkların Cumhuriyeti de zayıf düşüreceğini tahmin ediyordu. Ama ne kadar önlem alırsanız alın babanın hastalığı oğluna da geçiyor. Osmanlının borç alma hastalığı cumhuriyette de ortaya çıkıyor ve alınan borçlar yeni borçları zorunlu kılıyor. Borçlar nedeni ile halka açıklanamayan tavizler veriliyor. Kamu arazileri ve Türk Ulusu’nun en yoksul zamanında dişinden tırnağından artırarak edindiği malları yabancılara kontrolsüz bir biçimde açılıyor.
Bu çalışmayı yaparken fark ediyoruz ki yaşadığımız günlerin benzerini dedelerimiz yıllarca önce de yaşamışlar. Demek ki tarihten ders almadığımız için tarih bir kere daha tekerrür ediyor.
A. Küçükbaş
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.